Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı
Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı
Mehmed Âkif 1873'te Fatih'in
Sarıgüzel mahallesinde doğdu.
Âkif'in babası Temiz Tahir Efdendi, annesi ise Buharalı Emine Şerife Hanımdır.
Ailesinin ilk çocuğu olan Âkif'e babası ebced hesabı ile doğum yılına tarih düştüğü için Ragif adını verdi. Fakat bu isim pek kullanılmadığı için annesi
ve arkadaşları tarafından Âkif diye çağrıldı. O da sonra bu adı kabullendi.
Âkif dört yaşında Emir Buhari
Mahalle Mektebine gönderildi ve ailede aldığı eğitim mekteple takviye
edilerek terakkiye başladı. Babası Tahir Efendi, oğlunun tahsil ve terbiyesi
ile bizzat meşgul oldu.
Mahalle Mektebini ve Fatih Merkez Rüştiyesini bitiren Âkif'i annesi medreseye göndermek istese de babası bu bilgileri kendiside
öğretebileceğinden, onun Mekteb-i Mülkiyenin İdadi kısmına gitmesini arzu etti.
Buna rağmen Akif'i meslek ve mektep seçiminde serbest bırakınca , o da zamanın gözde mektebi olan mülkiyeyi seçti.
Bunun üzerine sevinen babası cebinde oğlunu idadiye yazdıracak parası
olmamasına rağmen kaydını yaptırdı.
Burada da başarılı olan Akif, bunun
yanında babasından aldığı Arapça derslerini oldukça ilerletti. Esat Dede isimli
hocasından da Farsça dersleri almaya başladı.
Fakat bunlar Şark'a ait dillerdi ve bu asırda Garb'ı bilmemek büyük ayıptı. Kendi kendine
Fransızca öğrenmeye koyulan Akif dilden ve diğer derslerden de birinci duruma
yükseldi.
Âkif bütün bunların yanında bir de güreş'e
gidiyordu. Diğer yandan da çeşitli kitaplar okuyarak zaman geçiriyordu ve bu
okuma zevki ona yeni bir yetenek kazandırdı:
ŞİİR!
Âkif şiir kitaplarıyla yetinemeyip şiir yazmaya
başladı.
Mehmed Âkif Mülkiye Mektebinin idadi kısmını
bitirdikten sonra, aynı okulun yüksek kısmına girdi. Gövdeleşmeden meyve verip
dal budak salan ağaç gibi, bir çok sahada başarıyla ilerleme ve gelişme yoluna
girdi.
Fakat bu, şartların bitişe zorladığı bir başlangıç
oldu. Ferdi ve Cemiyeti saran felaketler zincirine yeni halkalar eklenirken,
herkesin birşeylerini kaybettiği bu "felaket ve helaket" arasında Akif önce
babasını kaybetti.
1889yıılı yazında Yakacık'ta kaldıkları zaman
meydana gelen bu vefatı ailenin o zamana kadar tattığı acıların ilki değildi,
ama en büyüğü idi. Bu acının üzerinden
daha bir yıl geçmeden yegane mal varlıkları olan
Sarıgüzel'deki ev ve eşyaların tamamen
yanması, aileyi büsbütün sefalete ve yalnızlığa itti.
Bu felaketten ailesini kurtarabilmek için Akif,
Mülkiyeyi bıraktı. O zaman yeni açılan ve iş imkanı fazla olan Halkalı Baytar
Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi.
Âkif'in bu yıllara yenik düşmesi gerekirken, Akif
derslerinin yanında güreş, yüzme, yürüme, koşma, taş atma, ata binme gibi
sporlarda da önemli başarılara imza attı.
Bütün bu başarılı çalışmalara hayatı boyunca devam
eden Akif, Baytar Mektebini de birincilikle bitirdi.
Daha sonra sari hayvan hastalıkları işi üzerinde
vazifeye başladı ve çeşitli bölgelerde görev yaptı. Bu arada, babasının doğum
yeri olan İpek'e gitti ve amcalarıyla görüştü.
Mehmed Akif
memuriyete başladıktan sonra 1894 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmed Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi
ve bu izdivacın ilk yılında Cemile adlı bir çocukları oldu. Cemileden sonra,
Feride ve Suadi daha sonrada İbrahim Nedim, Emin ve Tahiri adlı çocukları
dünyaya gelen Akif Ailesi, hayatlarının başında tattıkları saadet ve mutluluğu,
tevekkül ve samimiyetleri sayesinde hayatlarının sonuna kadar taşıyabilen nadir
ailelerden biri durumuna geldiler.
Akif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık
yapmaya başladı. Daha sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde de dersler
verdi.1908'de Darülfünun Umumi Edebiyat müderresliğine tayin edildi.
Felaketlerin gelmek için sıra beklemediği bu zamanda
vatana ve Akif'in vicdanına en büyük darbe Arnavutluk İsyanı oldu.
Akif bu gibi felaketlerin ardından daha büyük
hareketlerin doğacağını hissetti ve o ihanetler doğmadan milleti
cesaretlendirip mukavemete hazırlamanın yollarını aradı.
Bu arada sadece
çağırmanın yetmeyeceğini bilen ve memleketi kurtaracak, milletin ümidini
yeniden alevlendirecek davetsiz ve vazifesiz
gönül fedailerinin ortaya çıkması gerektiğine inanan Akif, Ziraat Nezareti ve
Darülfunundaki vazifelerinden istifa ederek şahsi ve acı ihtiyaçlarını unutup
milletin ıztırabını dindirmeye koştu ve
söylediklerini ilk defa kendisi tatbik etmeye başladı.
Fakat bütün bu gayretler felaketi önlemeye yetmedi. Balkanlarda
gittikçe çoğalan kin ve husumet dolu azınlık ayaklanmaları, Batının himayesi
ile savaş şeklini aldı ve binlerce insanı heder eden bir hüsranla bitti.
Akif, iman ve heyecanın terennümü olan onlarca şiir
yazdı. Bu şiirler dilden dile, gönülden gönüle
yayıldıkça, vatanın her yerinde bir canlanma, milletin her ferdinde
bir kımıldama görüldü ve Balkan
faciasının yaraları el birliği ile sarılmaya başladı.
Akif bu geçici sükunetten faydalanarak Mısır
seyehatine çıktı. Mısırın eski harabelerini ve tarihi yerlerini gezdi.
Özellikle El-Uksur, çok dikkatini çekti
ve "El-Uksur'da" şiirini
yazdı.Mısırdan Medineye geçen şairin bu seyahati iki ay kadar sürdü ve daha
sonra İstanbul'a döndü.
Alman İmparatoru Vilhelm'in daveti üzerine oradaki
Müslüman esirlerle görüşüp onları işrad etmek üzere Akif'in Şeyh Salih Şerif Tunusi ile yaptığı Almanya seyahati,
teşkilatın bu çalışmalarını yerinde gerçekleştirmişti.
Mehmed Akif
1914 yılında Berlin'e vardığı
zaman kendisine büyük bir otelde geniş bir oda ayrıldı, fakat o burada kalmayı
kabul etmedi ve tren istasyonu karşısındaki
üçüncü sınıf bir otele
yerleşirken de Almanyanın tarihi
boyunca hiçbir ferdinde göremeyeceği bir
fedakarlık ve fazilet örneği gösterdi.
Akif Almanya'da ilk iş olarak İngilizlerle aynı safta bize karşı
çarpışırken esir düşen Müslümanlarla
görüştü, onlara Osmanlı Devletinin durumunu anlattı; hilali kurtarmak gayesi ile savaşa
sürüldüklerini söyleyerek pişmanlıklarını ifade etmeleri karşısında;
"Bizim en büyük derdimiz cahil olmak.
Bütün Müslüman aleminin başlıca müsabi bu afet. Onu yenmedikçe, hiçbir ciddi ve
şerefli netice elde edilemez. Bence İslam'ın büyüklerinin yapacağı tek şey, birer
medeniyet ve irfan mücahidi hüviyedi
içinde diyar diyar gezmek, işrad etmek..." diyerek memleket için
yapılması gereken ilk ve en önemli çalışmayı belirtti.
Akif Almanya'dayken Çanakkale Savaşı bütün
şiddetiyle devam ediyordu. Başka cephelerde de savaşın şiddeti
Çanakkale'dekinden az değildi, ama millet bütün ümidini Çanakkale Savaşının neticesine
bağlamıştı. Savaşın kazanılması Civan harbinin seyrini bizim ve müttefiklerimizin lehine belki
değiştirirdi.
Akif İngilizlerin dessas planları karşısında ümidini
Çanakkale'ye bağladı
"Allah, Allah" sadeleri, namertlerin çelik
namlularını karton borular gibi
buruşturup yerin dibine batırırcasına, alın terleri gibi tuzlu ve temiz boğazın
sularına gömünce, heyecanla hep bu anı bekleyen Akif , "Demekki ölmüyoruz haydi
arkadaş gidelim" diye haykırarak Almanya'dan öyle coşkun heyecanla döndü ki,
Necid çölleri bile onun, vatan toprağına
en uzak köşelerine kadar gitmesini engelleyemedi.
Bu sırada Osmanlı Devleti ve İslam aleminde ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve
İslam'a yapılacak hücumları
cevaplandırmak için Darü'l-hikmeti'l
İslamiye Cemiyeti kuruldu. Ahmet
Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman, Said Nursi gibi devrin meşhur ve müntaz alimleri bu cemiyete üye, Mehmed Akif'de başkatip olarak tayin edildiler.
Bu, Akif'in
Ravza-i Mutahharadan getirdiği gül fidanlarının gönüllere dikmesi için en güzel fırsattı. Bu maksatta
hemen işe başladı, bir yandan içten ve dıştan
İslam'a yapılan hücumlara cevap vermeye çalışırken diğer yandan Said Halim paşanın İslamlaşmak adlı eserini Fransızca'dan
Türkçe'ye çevirdi.
Gönüllere ekilen bu iman ve fikir fidanlarının daha
gün yüzü görmeden mütareke kara bir
kabus gibi bütün memleket ufuklarını kapatmıştı.
Akif, bu karanlık kaynaşmada, nazarını yine
semaya çevirdi ve kutup yıldızına bakarak yönünü tayin edercesine Anadolu'da başlayacak bir mukavemete
katılmaya karar verdi.
Bu sırada İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ve
katliamlara girişilmesi üzerine Ayvalık
ve Karesi tarafından başlayan milli
mücadele hareketi, gönüllere çekilen ümit ışığını alevlendirmiş ve adeta
Anadolu ayağa kalkmıştı.
Bu hareket üzerine Mehmet Akif hemen Balıkesir'e
giderek Zağnos Paşa camiinde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Bu hutbeye halkın
beklenenden çok ilgi göstermesi üzerine daha birçok yerde konuşmalar yapıp,
hutbeler vererek heyecanına istikamet verdi ve daha sonra İstanbul'a döndü.
Akif'in bilhassa Balıkesir'de yaptığı konuşmalar,
dikkatleri üzerine çekince İstanbul da rahat hareket etme şansı kalmamıştı.
Bunun üzerine Anadolu'da başlayan Milli Mücadeleye katılmaya karar verdi.
Akif Ankara'ya varır varmaz, Konya isyanına katılıp
halkı teskin etmekle görevlendirildi. Bunun üzerine hemen Konya'ya gidip azami gayret göstererek onları iknaya çalıştı
ise de kesin bir netice alamadı.
Akif, imanın sesini basınla duyurmak için
Kastamonu'ya geldi ve Eşref Ediple beraber Sebilürreşab gazetesini orada
çıkarmaya başladı. Bunun yanında
Nasrullah Camiinde verdiği vaazlarda başlattığı ateşli ve heyecanlı duygularıyla halkı
düşmana mukavemete teşvik etti.
Böylece Antep "Gazi" oldu, Maraş "kahraman"lıklar
kazandı, Urfa "şan"ını korudu ve bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini,
namusunu korumak için and içti.
Sebülürreşad'ın yaydığı yoğun duygu vatanı aşıp en uzak mesafelere imanı inşirahlar meydana getirince, Rusya, hak ve
hürriyetlerini gasbettiği, fakat imanını söndürmediği, milyonlarca Türk'ün
uyanmasından korkarak sebülürreşad'ın ülkesine girmesini yasakladı.
Bu ses böylece millete ve alem-i İslam'a mal olunca, Mehmed Akif
Eşref Edip Ankara'ya gelip, bir işrad ve iman yuvası olan Taceddin Dergahına yerleştiler.
Mehmed Akif
önce İzmit ve Biga'dan mebus seçilmesine rağmen, daha sonra
Burdurluların isteği üzerine Burdur Listesine alındı. Fakat bir emirvaki neticesi
mebus almamak için Burdur'a gidip kendisini mebus seçenlerle görüştü, onların tensibini aldıktan sonra, bir yandan
mecliste Burdur mebusu olarak vazife
yaparken diğer yandan da neşriyat ve işrad hizmetine devam etti.
Mehmed Akif yayından fırlamış ok gibi Ankara'ya
doğru koşunca sustu bülbül. Çünkü bu gidişin Vatan kurtulmadan durmayacağını ve
muhakkak vatanını kurtaracağını çok iyi biliyordu.
Fakat Akif
Ankara'ya geldiğinde şehri karamsar bir kaynaşma içinde buldu. Yunan Ordusunun Ankara'ya doğru
ilerlemesi karşısına, başta Mustafa Kemal olmak üzere birçok devlet büyüğü meclisi Kayseri'ye taşımaya karar vermiş ve
mühim bir kısım evrak gönderilmişti bile.
Fakat Akif, Kayseri'ye taşınmanın bir dağılma olacağını ve tekrar toplanmanın güçleşeceğini
düşünüyordu. Bu yüzden karara karşı
çıktı. Meclisin Ankara'da kalmasını
Sakarya'da yeni bir müdafa hattı kurulup
düşmanın orada karşılanmasını teklif
etti. Teklifi görüşülüp benimsendi ve Akif'in
imanlı sesi bir taahhütname gibi Ankara'dan vatan safhına dağıldı.
"Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz."
Akif'in söylediği gerçekleşiyor, "şenaet ve denaet"
ordusunu bütün Cihan desteklemesine rağmen cephe sarsılmıyor ve gönüllerdeki
ümit ve iman ışığı gün geçtikçe
güçlenerek istiklal şafağını söktürmeye hazırlanıyordu.
Bunun için şafak rengi ile dalgalanacak bayrağa ses
ve nefes olacak bir marşa ihtiyaç
duyuluyordu. Bu gaye ile Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekaleti) bir
yarışma açmış, fakat yarışmaya katılan 724 şiirde İstiklal duygusu hissedilmesine rağmen, milletin müşterek iman
ve heyecanının terennümü temin edilmemişti. Mehmed Akif 500 lira mükafat
konulduğu için bu yarışmaya
katılmamıştı. Mecliste ise en güzel
Marşı ancak Mehmed Akif'in yazabileceğine dair ortak bir kanaat vardı.
Bunun için Zamnın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi,
"Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklal Marşı için açılan müsabakaya iştirak
buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlüb şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü
için son çare olarak kalmıştır. Asıl endişemizin icap ettiği ne varsa hepsini
yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmanızı
rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim
efendim." Şekillerindeki bir yazı ile Akif'e bir müracaatta bulunarak onun
yarışmaya katılmasını sağladı.
Elinde ufacık bir kağıdı tefekküre daldı. Ara sıra
bir kelime yazdı, bazen yazdığını çizdi, sonra tekrar yazdı. Saatlerce
düşünerek, nihayet milletin imanını ve heyecanını dile getirdiği marşı bitirdi;
vatanın, milletin ve dinin bekçisi olan "kahraman ordumuza" ithaf ve millete
armağan etti.
Bu kudsi armağan Akif'in İstiklal marşı yazdığını
duyup "Biz onun yanında müsabakaya girmeyiz." Diyerek yarışma için verdikleri
şiirleri geri alan şair ve mebusların da
oyları ve gönülden iştirakleri neticesinde, 12 mart 1337 Cumartesi günü saat
17:45'te milletvekilleri tarafından dört
defa ayakta dinlenip alkışlanarak ittifakla kabul edildi.
Nihayet bu heyecan, ıztırap, savaş, ümit ve zafer dolu yılardan sonra İstiklal
Savaşının İstiklal Marşı Şairi Mehmed
Akif, beraberinde bir istiklal madalyası
ve bir mavzer tüfeği ile 1923'te Ankara'dan İstanbul'a döndü.
Mehmed
Akif'in İstanbul'a dönüşü aslında yeni bir gidişin başlangıcı idi. Akif
daha sonra da Abbas Halim Paşanın daveti üzerine kışıı geçirmek için Mısır'a gitti.
Bu sırada
akif Elmalı Hamdi Efendinin yazacağı meal'i tercüme etmek için Diyanet İşleri
Bakanlığı ile bir anlaşma imzaladı. dosyabak.com
Daha sonra
Akif tekrar Mısır'a gitti ve kış boyu çalışmalarına devam etti. Döndüğünde
memlekette ilk devrim hareketleri başlatılmış Cumhuriyet dinsel
baskılardan tamamen kopartılmaya
çalışılıyordu. Bu teşebbüsler üzerine
1926 kışında tekrar Mısır'a giden
Akif, Kahire yakınlarındaki Hilvan'a
yerleşip İstanbul'a dönmeyerek çalışmalarına devam etti.
Mısır'ın sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden Akif,
bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya
tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan'a, İskenderiye ve Antakya'ya giderek dinlendi.
Akif'in
hastalığı gün geçtikçe daha çok artıyordu. Akif hastalığının artmasıyla memleketten
uzak yerde ölmekten korkup vatanına geri döndü. Akif geldiği gibi sağlık
yurduna yatırılıp tedavisine başlandı.
Akif hayatının son zamnlarıns-da Prens Halim
Paşanın Alemdağ'daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının
gayesi olan eserlerini (İkinci Asım, İstiklal savaşı, Selahaddin Eyyubi piyesi,
Peygamberimizin veda hutbesi) bitirmetyi azmetti.
Fakat halden
anlamayan bu sari illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca
Alemdağ'da kalamaz oldu ve kendisini kaderin tecellisine bıraktı. Fakat
mesrurdu. Çünkü Mısırdan döndüğü gün peygamberimizin yaşında ölmeyi dua
etmişti.
Bu makbul dua
aynı yıl tecelli etmiş olmalı ki. Mehmed Akif 27 Aralık 1936 yılında 63 yaşında iken vefat etti.
Devrin
hükümeti ve onun keyfine kendisini mahkum eden bir kısım güdümlü basın,
Akif'in, uzun bir firaktan sonra önce vatana, sonra da ebedi aleme visaline
ilgi göstermediğinden, resmi, cenaze merasimi yapılmadı, ama hiçbir
davet ve teşvik görmeden gönlünün sesine
uyarak gelen yüz binlerce vatan evladı Beyazıd meydanını doldurdu.
Muhteşem bir
namazdan sonra çoğu üniversiteli olan
gençler bayrağa ve kabe örtüsüne
sarılı olan tabutu adeta parmakları üzerinde taşıyarak Edirnekapı Mezarlığına
götürdüler. Okunan Kur'an ve ilahilerden sonra hep bir ağızdan istiklal marşını
söyleyerek defnettiler.
Akif,
"fetihten beri şehrin toprağına kendi eseri ile gömülen" ilk vatan evladı
idi.
Mehmet Akif Ersoy Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı
2012-04-15 tarihinde Dosyabak.com tarafından BelirliGünler Biyografiler kategorisine eklenen bu içerik toplam 3560 kez ve en son 2025-05-19 23:13:14 tarihinde görüntülenmiş.